İzmir’de birçok dergide yıllarca yazıları yayınlanan Turgutlulu yazar Necdet Aracı’nın Çal dağı mücadelesini anlatan ve türünün tek örneği olan ekolojik destan niteliğindeki kitabı “İkra” raflardaki yerini aldı.

Turgutlu’da açılması planlanan nikel madenine karşı verilen çevre mücadelesinin destanlaştırılarak anlatıldığı kitapta, mücadeleye destek veren kişiler ve yaşanan olaylar anlatıldı. Ekolojik bir destan olması bakımından türünün ilk eseri olma ayrıcalığını taşıyan kitap, yazar Necdet Aracı’nın “Karıncaların Kardeşliği”’nin ardından yayınlanan ikinci kitabı oldu.

MÜCADELESİ VERİLEN HERŞEYİN EDEBİYATI DA YAPILMALIDIR

Atilla İlhan döneminde Demokrat İzmir’de öyküleri, birçok dergide yazı ve şiirleri yayınlanan Necdet Aracı yeni kitabı ile ilgili olarak şunları söyledi: “Kitap okunduğunda, aslında bunun bir edebiyat kitabı olmasının yanında, bir ekoloji kitabı olduğu görülecektir. On beş yıldır, TURÇEP’teki (Turgutlu Çevre Platformu) YAŞAMDER’deki arkadaşlarımın insanüstü bir gayretle sürdürdüğü, Turgutlu Çal dağı’nda, çevre katliamına yol açacak vahşi madencilik faaliyetine karşı verdikleri şanlı bir mücadelenin ürünüdür. Çünkü mücadelesi verilen her şeyin edebiyatı da yapılmalıdır”

BU CENNET TOPRAKLAR CEHENNEME DÖNECEK

“Turgutlu son yıllarda 12 km kuzeyindeki Çal dağı’na kurulan nikel maden işletmesi tesisleri nedeniyle madencilik projesinin merkezi haline gelmekle karşı karşıya kaldı. Burada Dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmeyen bir madencilik projesi adı altında yılda bir milyon iki yüz bin sülfürik asit, işletme süresi boyunca on sekiz milyon ton sülfürik asit kullanılmış olacak ve dünyada ilk kez kullanılacak bir yöntemle bu cennet topraklar cehenneme dönecek”

İZMİR KÖRFEZİNİ ETKİLEYECEK

“Bunun dışında, Çal dağı’nda kurulması planlanan maden- kimya fabrikasının sadece yakın çevresini değil tüm Gediz Vadisi’ni, başta ormanlar olmak üzere vadiyi sınırlayan dağlardaki tüm canlı yaşamını, Menemen Ovası’nı ve Foça ovasını hatta Manisa, İzmir ve İzmir körfezini geri dönülmez şekilde etkileyecek. Ben yaşam için köylülere ve diğer canlılara sağlıklı su taşıyamaz hale geleceği ve daha pek çok olumsuzluk ve çelişkilerin yer aldığı bu durumu kitabımda destanlaştırmak istedim. Destan yol alırken, antik çağdan günümüze doğru akan ve hiç değişmeyen emperyalist-kapitalist ilişkilere ve tüm bu ilişkiler sarmalında, o bölgede yaşayan insanların kültürlerine, inanç sistemine, günlük yaşamlarındaki siyasal ve sosyal tercihlerine de tanık olacağız”

NİÇİN IKRA?

“Bir Ağustos günü, bağda yarma şeftali topluyoruz; sekiz, dokuz yaşlarındayım. Ağustos böceklerinin çığlıklarından rahatsız olup bir şeyler söylemiş olmalıyım ki, babam ağaçtan inerek yarı yarıya şeftali ile dolu sepetle birlikte bağ damına doğru yürüdü; ardından da ben, elbette. Bağ damının avlusunda, ortaya yığılmış şeftalileri kasalara dizerken anlatmaya başlamıştı: ‘Bak, ilk âyet ıkra’dır. Zaten sonraki yıllarda bilginler demiştir ki; Tanrı’nın okunması gereken bir diğer kitabı da tabiat anadır. Yani Tanrı, ıkra derken tabiatı okumamız gerektiğini söylemiştir asıl. Onda olup bitenler nelerdir, onları görmemizi istemiş’ Öyle güzel şeyler söylüyordu ki, o yaşlarda onları anlamam olası değildi. Ama onun anlattıklarını hiç unutmayacağıma dair yeminler ediyordum içimden. O, Ağustos böceklerinin çığlıklarını Ağustos şarkısına benzetiyordu. Ağustos bitince onların şarkısının da sona ereceğini ve doğacak yavrularını, şeftali ağaçlarının köklerine, asmaların diplerine emanet edeceklerini anlatıyordu. Sonra yerinden doğruldu ve az ilerideki söğüt ağacı ile fırın arasındaki karınca sıralarını gösterdi. Sonra da bağ tulumbasının önündeki su birikintisine inip kalkan mavi yeşil yusufçukları gösterdi. Onların kanatları ne kadar da inceydi öyle! En ince tülden bile... Sanki tüm bunları ilk kez görüyordum. Bu dünyayı bunlarla birlikte paylaşıyoruz işte, sade bizim değil bu dünya. Gece olunca, üzüm bağının sergisinde limonlu çayını yudumlarken bana gökyüzünde savrulup duran sayısız yıldızları gösterdi. ‘İşte bizim dünyamız da o yıldızlardan biri.. Koca kâinat içinde öyle küçük ki, sanırsın bir toz zerresi. Bütün bu geniş topraklar, ağaçlar, yüksek binalar, okyanuslar, denizler o toz zerresi içinde. İşte o toz zerresi içine Tanrı hepimizi sığdırmış. Kardeşçe barış içinde yaşayalım diye... Öyleyse biz de ağaçlara, hayvanlara, havamıza ve toprağımıza iyi davranmalıyız. Eğer biz onlara iyi davranırsak, onlar bize istediğimiz her şeyi verir.’ Böyle şeyler söylemişti işte. Ama aradan yarım yüzyıl geçince, bunların pek çoğunu unuttum elbette. Yalnızca, bir doğa sevgisinin içime yerleştiğini hissetmiştim. Artık, ağaçlara, hayvanlara, çiçeklere, ırmaklara, denizlere başka türlü bakıyordum”

IKRA DİYE FISILDADIM

“Elinizdeki kitap yarılandığında, kitaba bir isim aramaya başlamıştım. Kendime önerdiğim yirmi küsur isim arasında bir seçim yapamıyordum. Daha doğrusu, hiç biri içime sinmiyordu. Yıllar sonra bir Ağustos günü, bir arkadaşımla Yukarı Kızılca köyüne çıkmıştık. Asırlık çınarlar altında ayranlarımızı yudumlarken, Ağustos böceklerinin çığlıkları yıllar öncesine götürdü birden beni. Sonra bağ damındaki koca söğüt ağacını anımsadım. Fırını, karınca sürülerini, mavi yeşil yusufçukları... Gökyüzüne baktım; sayısız yıldız savrulup duruyordu. IKRA diye fısıldamışım”

OKUYUCU ÖTÜŞEN KUŞLARI DUYMALI

“Kitabı yazmaya karar verince, antik çağdan bugüne, bu zengin topraklar üzerinde neler yaşanmış, neler olup bittiği hakkında sıkı bir tarih okuması yaptım. Yazık ki yüzyıllar boyunca emperyalist saldırıların hiç durmadan sürdüğünü, yalnızca saldırı nedenlerinin değiştiğini gözlemledim ve hiç şaşırmadım. Çünkü kapitalizm denilen şey özü itibariyle vahşi ve saldırgandır.  Son yıllarda alabildiğince değersizleştirildiği, alt alta yazılmış her şeyin şiir diye ortaya döküldüğü günümüz Türkiye’sinde ülke ve dünya sorunlarını şiirle dile getirmek ve bunu okuyucuya sunmak oldukça zordur.  Bir de, ‘her sözcük, şiire uygun değildir’ diye yaygın bir görüş var. Şiirin hareket alanını bu görüş de sınırlıyor bence. Oysa, yaşamda olan her şey şiirde de kullanılmalıdır diye düşünüyorum ben.  Bu sebeple örneğin, kaplumbağa, eşek arısı, ıspanak, marul, gibi sözcüklere yer verdim. Ancak bunu yaparken, onlara sözlük anlamlarının dışında anlamlar da vermeye gayret ettim. Yani, onların yaşamımızdaki yerini, dünyamıza yaydığı müziği, rengi okuyucu hissetmeli, görmeli. Örneğin bir ağacı yazıyorsanız, onu gölgesiyle, meyvesiyle, üzerinde ve köklerinde yaşayan binlerce canlıyla birlikte hissettirmelisiniz. Onun taşıdığı renkleri, dallarında ötüşen kuşları okuyucu duymalı, görmelidir. Şiirin şiir olabilmesi için içinde mutlaka resim ve müzik de olmalıdır” dedi.

BİR GÜL DE BENDEN OLSUN

Aracı son olarak; “Son olarak şunları söylemeliyim: Lois Borges diyor ki, ‘şiir, kör bir kuyuya atılan güldür. Atarsınız, sonra da bir ses gelmesini beklersiniz.’ Yalnızca yurdumuzu değil, tüm yeryüzünü tehdit eden çevre katliamlarına karşı mücadele eden kahramanlara sonsuz saygıyla bir gül de benden olsun” ifadelerine yer verdi.