İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer aday olduğu günden beri hep gündemde. Önce babası Nurettin Soyer’in geçmişiyle ilgili tartışmalar yaşandı. 17 Eylül 1980 darbesinde askeri savcı olarak görev yapan Nurettin Soyer’in ülkücülere yapılan işkencelerde payının olduğu iddia edildi, Millet ittifakının ortağı İYİ Parti’nin Tunç Soyer’i aday göstermek istemediği öne sürüldü.

İzmir’de yarışı kazanmasının ardından yine manşetlerdeydi. Cumhurbaşkanı ile yapılan toplantıdaki sıcak tavırları da, bir resepsiyonda neşeyle dans etmesi de Ekrem İmamoğlu ile birlikte Tarkan konserinde verdiği fotoğraf karesi de çok konuşuldu. Soyer, bu konular ve başka konularla ilgili Habertürk'ten Kübra Par'a konuştu.

‘3 sene önce verdiğim bir demeç cımbızlanıp bambaşka anlamlar atfedildi’
Tunç Bey sizin İzmir belediye başkanı adayı olduğunuz günden bu yana hakkınızda çeşitli tartışmalar, polemikler oluyor. Babanızın geçmişi, dans etmeniz, Tarkan ile verdiğiniz fotoğraf... Hepsini sormak istiyorum ama önce son tartışmayla başlayalım... Kıbrıs ile ilgili “Kıbrıs’ı Kıbrıslılara bırakalım” dediğiniz iddia edildi. Neden böyle bir açıklama yaptınız?
Aslında bu 3 sene önce verdiğim bir demecin içinden cımbızlanıp çıkarılmış bir bölüm. Yeni değil. Kıbrıs’ta iki toplum arasındaki barış görüşmeleri sürerken verdiğim bir röportajdı. Ben o dönem Cittaslow (yavaş şehir) ağının koordinatörüydüm. Kıbrıs’tan 5 şehri Cittaslow networküne eklemiştik. O dönem KKTC’nin uluslararası alanda tanınması için çok mücadele etmiştim. Ve aslında diğer garantör ülkelerin özellikle İngiltere’nin buna müdahalesine karşı bir açıklamam olmuştu. Sonuçta o dönem  KKTC’yi tanımayan ülkeler bir biçimde tanımış oldular. Bu vesileyle KKTC bayrağını oralarda dalgalandırdık. Kıbrıs’la ilgili söyleyecek çok şey var ama bu benim işim değil. 3 yıl sonra yeniden gündeme getirilince bambaşka anlamlar atfedildi.

Neden 3 yıl sonra ısıtıldı bu açıklamanız?
Çünkü Türkiye’de siyaset paçadan çekiştirmeci ve fazla oryantalist. Açıklamamın içinden bir bölümün cımbızlanmasından ve farklı bir konjonktürde ortaya çıkarılmasından büyük üzüntü duyuyorum. Ben İzmir Büyükşehir Belediye Başkanıyım ve İzmir’le ilgiliyim. Ulusal yahut uluslararası siyaset gündemimde yok. Bütün enerjimi İzmir’e vermek istiyorum.

‘Siyasette yeni bir dip dalga var’
Cumhurbaşkanı’nın büyükşehir belediye başkanlarıyla yaptığı toplantı da çok konuşuldu. O günlerde söylenenlerden başka bilmediğimiz şeyler yaşandı mı?

Ezber bozan, şaşırtıcı bir toplantıydı. Bir tarafta belediye başkanları olarak biz oturuyorduk, karşımızda da bütün kabine üyeleri oturuyordu. Bakanlar ile belediye başkanlarını buluşturma fikri güzel bir fikir. Özellikle de bizlerin bakanlıklarda bekleyen çok dosyası var. Bu dosyaların neden beklediğini, nasıl çözeceğimizi, onların ne istediğini, bütün bunları konuştuk.

Peki, verimli oldu mu? Aradan birkaç hafta geçtikten sonra somut bir şey oldu mu?
Henüz görmedik ama görme umudu taşıyoruz. Çünkü şov için yapılacak bir şey değildi. Karşılıklı iletişim kurma arzusu vardı. Diliyorum ki onun gerekleri yerine getirilir. Türkiye’nin buna ihtiyacı var. 31 Mart’tan sonra bir dip dalga, Türkiye’nin siyaset dilini ve kültürünü değiştirmeye başladı.

Halk nezdinde hizmet odaklı bir siyaset beklentisi yarışı başladı.
Evet, o var. Ama bunun üzerinde daha başka kodlar da var. Mesela vatandaş daha şeffaf, daha hesap veren bir belediyecilik; daha kibirden uzak, mütevazı belediye başkanları istiyor. Bunu da bir biçimde kullandığı tercihlerden anlayabiliyoruz. Bu dip dalganın Türkiye’de tüm siyasetin dinamiklerini, tüm siyasi aktörleri değiştireceğine inanıyorum. Cumhurbaşkanlığı da bu dip dalgaya sessiz kalamadı. O da bir biçimde o dip dalgayı anlamaya gayret ediyor.

İzmir özelinde hangi bakandan ne istediniz?
Zaten çok hazırlıklıydık. Birkaç ay öncesinde belediyede Adalet ve Kalkınma Partisi Meclis Grubu’ndaki arkadaşlarla, “Ankara’ya gidelim, İzmir’in sorunlarının çözümünü beraber isteyelim” diye mutabakata varmıştık. O nedenle dosyalarımızı hazırlayıp müzakere etmiştik. Grup başkanvekillerimiz birlikte çalıştılar ve o taleplere nihai halini verdiler. Dolayısıyla da oradaki bakanlara dosyalarımız tek tek sunma imkânı bulduk. Çiğli tramvayından Bostanlı Balıkçı Barınağı’na, imar planlarından kıyı kenar düzenlemelerine kadar çok sayıda dosyamız var. Taleplerimizi ilettik ve onlarla ilgili sonuç almaya gayret ettik.

O gün BİP’ten bir telefon grubu kurulacağı konuşulmuştu.
Biz onu Cumhuriyet Halk Parti’li belediye başkanları olarak Afyon’da CHP’li belediye başkanlarının buluşmasında kurmuştuk. Genel merkez o buluşmada güzel bir format uyguladı. 10’ar kişilik gruplarda belediye başkanlarını topladılar ve farklı konularda farklı moderatörlerle bizleri konuşturdular. Biz de o vesileyle birbirimizi daha iyi tanıma imkânı bulduk. O yakınlaşma sonrasında da, “Bir WhatsApp grubu kuralım, iletişimimiz daha sık olsun. Ayda bir toplanalım” dedik. Birlikte projeler geliştireceğiz. Cumhurbaşkanı ile yaptığımız toplantıdaysa tüm büyükşehir belediye başkanlarını içeren bir telefon grubu kurulması önerisi gelmişti. Balıkesir belediye başkanımız grubu kurmayı vaat etti.

Sizin ve Mansur Yavaş’ın bu grubun kurulmasıyla ilgili arandığınız, ancak Ekrem Bey’in aranmadığı konuşuldu. Bunlar doğru mu? Bu grupla ilgili siz arandınız mı?
Hayır, ben aranmadım. Ama zaten biz aranmayı beklemiyorduk. Grup henüz kurulmadı ama kurulur diye tahmin ediyorum. Size yansıyan şeyler de başka bir hikâye diye zannediyorum. O gün, hazırlanan bir yerel yönetim reform paketiyle ilgili bir komisyon kuruldu. O komisyonun üyelerinin davet edilmesiyle ilgili bir eksiklik olabilir. Ekrem Bey davet edilmemiş olabilir ama onu bilmiyorum.

‘Sandalyenin kırılmasında kasıt yoktu’
Ekrem Bey’in o toplantıda sandalyesi kırıldı. Siz de yanında oturuyordunuz. Düşerken tutamadınız mı? O an ne oldu?

Tutmaya çalıştım ama beklenmedik bir şekilde çatır çatır düştü. O da speküle edildi biraz ama orada bir kasıt olduğunu düşünmüyorum.

O günden size ait bir fotoğraf karesi yansıdı. “Cumhurbaşkanı’na ne kadar tatlı tatlı bakıyor?” diye konuşuldu. Hatta eşinizin de, “Bana bile o kadar güzel bakmamıştı” dediği iddia edildi, bu doğru mu?

Yok artık! Öyle bir şey yok. Ben hayata güler yüzle bakmaya devam eden bir insanım. Orada yüzümü asacak bir durum yoktu.

‘Dans etmemin eleştirilmesi eski siyaset kültürünün alışkanlığı’
Bir resepsiyondaki dansınız çok konuşuldu. O gün spontane mi gelişmişti? Dans etmeyi sever misiniz?

Dans etmeyi severim. İzmir’in kurtuluş günü münasebetiyle verilen bir resepsiyondu. Çok da güzel bir orkestra vardı. Resepsiyonun resmi kısmı bittikten sonra biraz gevşedik.

Biri kaldırdı mı, yoksa siz mi dans etmeye başladınız?
O öncülüğü genellikle ben yaparım! (Gülüyor)

"Kültürümüzde yeri yok, Batı özentiliği” gibi eleştiriler de oldu. Canınızı sıktı mı?
Bu tür eleştirileri o kadar çok duydum ki, hiç sıkmadı. Ben halay çekmeyi de, zeybek oynamayı da, dans etmeyi de severim. Bir taraflara çekiliyor olması eski siyaset kültürünün alışkanlığı. Bence bunlar geride kalıyor. Bunların halk nezdinde karşılığı yok. Vatandaş bunlara gülüp geçiyor.
Sonra başka bir yerde sirtaki de yapmışsınız.

Sirtaki bilmiyorum, sadece yapmaya çalıştım. Orada da Yunanlılarla beraber olduk. Gümrük kapısıyla beraber bir feribot bağlayarak Samos-Sığacık hattı açtık. Onun üzerinden yıllar geçti, büyüdü ve artık ayakları üzerinde duran bir hatta dönüştü. Bir tür Yunan gecesi düzenlemek üzere Samos’tan gelmişler, bizi de oraya davet ettiler. Hepsi çok eski dostlar, bu hikâyenin kuruluşunda beraber çalıştığımız arkadaşlar. O nedenle çok keyifli bir akşamdı. Orada da onların müziğine eşlik etmeye çalıştım.

‘Tarkan konserinde beni oynatacaktı, kabul etmedim’       
Tarkan konserinde Ekrem İmamoğlu ve Tarkan ile verdiğiniz poz da çok konuşuldu. “Eski bir dostluğumuz var” demişsiniz. Arkadaşlık nereye dayanıyor?

Aslında orada da Tarkan, “Oynatacağım sizi” demişti. Ben de dedim ki, “Sürekli dans ederken, oynarken fotoğrafım çıkıyor, artık yeter. ‘Bu adam başka bir şey yapmıyor mu?’ dedirteceksin, oynatma beni” dedim. Sadece alkışlamakla yetinerek geceyi geçirdik. Tarkan müthiş bir insan. Seferihisar’da bir hayvan barınağı yapma fikrimiz vardı. Bu fikri ona açtık, proje üzerinde beraber çalıştık ve Harbiye’de bir açık hava konseri yaptı, onun tüm gelirini de hayvan barınağı yapılsın diye bize gönderdi. Bunun asla reklamını yapmadı. Sonra geldi, dostluğumuz pekişti. Seferihisar’da bir halk konseri yaptı ve ücret almadı. Böylece pekişen ve en azından benim kendimi çok bağlı hissettiğim bir dostluk oldu. Konsere de davet edince koşa koşa gittik.

‘Ekrem İmamoğlu dansa mesafeli’
Tarkan’ın dans teklifini Ekrem İmamoğlu nasıl karşıladı? O dans etmek istiyordu da siz mi mani oldunuz yoksa?

Yok, hiç öyle değil. Ekrem Bey dans konusuna daha mesafeli.

Siyasette yeni dönem biraz da ittifaklar dönemi. Belediye seçimlerinde de bu çokça tartışılmıştı. Adaylık sürecinde sizin isminiz konuşulurken babanız Nurettin Soyer’den dolayı İYİ Parti’nin size sıcak bakmadığı konuşulmuştu. Sonuçta ne oldu? İYİ Parti’li seçmen Tunç Soyer’e oy verdi mi? Bunun analizini yaptınız mı?

Bunun analizini yaptık ama zaten tek başına rakam da kendini gösteriyor. Yüzde 58’le İzmir tarihindeki en yüksek oyu alarak seçildik. Sadece Cumhuriyet Halk Parti’lilerin oyu olmadığı bu rakamdan da anlaşılıyor. Bunlar geride kalıyor. Artık bu tür bel altı saldırılar, paçadan çekiştiren siyaset halk nezdinde karşılık bulmuyor.

O günlerde babanızın siyasi geçmişi üzerinden yargılanmak sizi üzmüş müydü?

Elbette, üzmez mi, biz de etten kemikteniz.  Her insan gibi bizim de ailemizle, atamızla ilgili hassasiyetlerimiz var. Tabii ki üzülüyor insan ama bunun gerekçelerini anlayınca o üzüntü yerini başka bir şeye bırakıyor.

“Gerekçelerini anlamak”tan kastınız tam olarak nedir?
Bu saldırının niye yapılabileceğini düşünüyorsunuz ve anlıyorsunuz ki sizinle ilgili bir açık bulamamışlar. Sizi üzecek, sizi yalnızlaştıracak, oy verecek seçmeni sizden uzaklaştıracak bir çare arıyorlar ve bunu bulmuşlar. Üzücü bir şey ama gerekçesinin bu olduğunu anlayınca prim vermiyorsunuz.

Peki siz 12 Eylül günlerini nasıl hatırlıyorsunuz? Evde neler yaşanıyordu?
Babam Türkiye’nin belki de en iyi hukukçularından biriydi. İnanılmaz hukuk aşkı olan bir insandı, kendisini hukukçu olarak tarif etmekten gurur duyardı. O dönemin koşullarında bile hukuka sımsıkı sarıldı ve hukukun üstünlüğünü korumaya çalıştı. Genç bir hukuk öğrencisi olarak bunun ayrımını yapabilecek yaştaydım.

Siz o dönemde kaç yaşındaydınız?
21-22 yaşlarındaydım. Birçok arkadaşımız o dönem acı çekti, bunları da hep babamla konuşma imkânımız oldu.

Ne konuşurdunuz o günlerde?
Bunları hep hukuk perspektifinden değerlendirirdi; hukukun sınırları içinde okur, anlar, ona göre yorumlardı. O nedenle, onunla ilgili söyleyebileceğim en temel şey iyi bir hukukçu olduğuydu. Bir de tabii iyi bir Atatürkçüydü, o da onun kimliğinin önemli bir parçası. Kendisini solcu olarak değerlendirirdi. Gerçi bu bence onun için çok iddialı bir tanımlamaydı. “Sen ne biçim solcusun?” diye çok tartışırdık. O da, “Ben senin arkadaşın değilim, haddini bil” derdi! (Gülüyor) Demokrat bir adamdı. Babam olmasıyla gurur duyuyorum.

‘Onun oğlu olmak kolay değildi’
Babanızla ilgili tartışmalı o süreç okul hayatınızı negatif etkiledi mi?

O dönemde askeri yargıda sosyal demokrat olarak bilindiği için hep böyle bir tepkiyle karşılaşırdık. Mesela ben akademisyen olmak istedim ama üniversiteler kabul etmedi. Doğrusu onun oğlu olmak da kolay değildi.

Babanızın hakkında çok iddia var. İşkence yaptığına dair iddialar da çok yazıldı. Buna dair bir şey konuşuldu mu?
Böyle bir şey söz konusu değil, çünkü babam cezaevi müdürü değildi. Bunları konuşurken de artık üzülüyorum, çünkü bu kadar dezenformasyonla başa çıkmak mümkün değil. Babam cezaevi müdürü değildi, gardiyan değildi, polis değildi; babam başsavcıydı. Ankara Sıkıyönetimi’nde yaklaşık 40 civarında savcı vardı ve babam onların koordinasyonunu yapan insandı. DİSK, MHP, DEV-YOL davalarının savcılığını yaptı. Bütün bunların yakıştırılmasından sadece üzüntü duyuyorum.

Fetullah Gülen’i ilk mahkûm eden yargıç olduğunu okudum, bu doğru mu?
Evet, doğru. O dönemde de Nurettin Soyer’in oğlu olmanın sıkıntılarını yaşadık. Bornova Anadolu Lisesi’nde yatılı olarak okudum.

O dönemde onlar Ankara’daydı, siz İzmir’de yatılı olarak mı okuyordunuz?

O dönemde ailem İzmir’deydi ama ben yine de yatılıydım. Kardeşim de St. Joseph’te öğrenciydi, o okula polisle gider gelirdi. Fetullah Gülen’in hapis yattığı tek dava, babamın hâkimliğini yaptığı davaydı.

'90 yıl önce Atatürk kadınları pilot yetiştirip uçurmuş, biz bugün kadın otobüs şoförü yaptık diye övünüyoruz' 
İzmir’de başkan olarak ilk 6 ayınız nasıl geçti? “İlk 6 ayda bu yapılabilirdi ve yaptım” dediğiniz neler var?

Aslında birden çok şey sayılabilir. İlk olarak, mazbatayı aldığımız ertesi gün en az oy aldığımız yere giderek başladık. Kiraz’ın Dokuzlar Köyü. 300 seçmenin oy kullandığı sandıkta 17 seçmen bize oy vermişti. “Demek ki burada bir problem var” diye düşündük ve oraya gittik. Aslında taleplerinin son derece makul, mütevazı olduğunu gördük. O talepleri hızla yerine getirdik. Bugün oraya bir sandık konsa bambaşka bir sonuç çıkar. İnsanların çok büyük talepleri; ulaşılmaz, erişilmez beklentileri yok. Mesele bunları hangi öncelikle ele aldığınızda kilitleniyor. Bizim önceliğimiz hep köylerdekiler, yukarı mahallelerdekiler olacak. Kadifekale’de bir üretici pazarı açtık. Bu da oranın kaderini değiştirecek girişimlerden biri. Yine arka mahallelerden olan Toros’ta bir masal evi açtık.

Masal evi nedir?

Masal evi, hem kreş hem de anne için işlik. Özellikle eşi vefat etmiş, hapiste, engelli, hasta, yani yalnız anneler için açtığımız bir kreş. Bir yandan çocuğun eğitimi sağlanmış oluyor, bir yandan da anne gelir elde etmeye başlıyor. Şu an kefen bezi dikiyorlar. Bunlar büyük şehir belediyesinin zaten aldığı malzemeler. Dolayısıyla hem çocuklarına bakılıyor hem kendileri para kazanıyor. İzmir, Amazon kraliçesi Simirna’nın ismini taşıyor. Dolayısıyla ruhunda, köklerinde, iliklerinde kadınlık var. Kadının kentte daha çok söz sahibi olmasını istiyoruz. O yüzden, “Kadın eli değecek” diye bir mottomuz var. 300 tane süpürgeci aldık, onların 150’si kadın.

Sokak temizliği için mi?

Evet.

Galiba inşaat mühendisliği okuyan kadınlar için de bir şeyler yapıyormuşsunuz.

Kesinlikle. Otobüslerimizde kadın şoför istihdam etmeye başladık. Şu an 17 olan sayıyı 100’e çıkarmayı hedefliyoruz. Bunlar dünyanın birçok yerinde var ama nedense Türkiye’de pek yok.

İlk tepkiler nasıl oldu? Örneğin kadın şoförlerin kaba davranışlarla karşılaştıkları oldu mu?

Tam tersine, kadın toplum hayatına entegre oldukça toplumu ıslah ediyor. Kadınlar gerçekten erkeklerin davranış biçimini değiştiriyor, iyileştiriyor. Mesela erkek şoförler kıskanıyor, çünkü vatandaş otobüse binerken kadın şoför olunca “Günaydın” diyor. Kadınlar hayatın içinde ne kadar çok yer alırsa hayat o kadar iyileşiyor. İzmir’de kadınların çok geniş bir özgürlük alanı hep olmuştur ama şimdi bunu perçinlemek, Türkiye’ye örnek bir model haline getirmek istiyoruz. O nedenle kadınlarla işimiz bitmedi, daha yeni başlıyor. 90 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk pilot yetiştirmiş, kadınları uçurmuş. Biz bugün otobüs şoförü kadın yaptık diye övünür haldeyiz.

İzmir bir yanıyla da ideolojik olarak kendini seküler-Kemalist olarak tanımlayan insanların şehri olarak biliniyor. Muhafazakâr kesimin size yaklaşımı nasıl? Sizi “diğerlerinin” belediye başkanı olarak görüyorlar mı? İzmir’de kutuplaşma var mı?

Olmasın diye çok uğraşıyorum. Mutlaka vardır, olmamasına imkân yok. Türkiye o kadar çok kutuplaştırıldı ki İzmir bundan muaf olamaz. Ama en öncelikli işimin o kutuplaştırmayı kırmak olduğunu düşünüyorum. Söylemlerime, ağzımdan çıkan laflara özen gösteriyorum. Herkesi kucaklayacak işler yapmaya çalışıyorum. 300 sandıkta 17 oy aldığım köye gitmemin sebebi o. “Biz sizin düşmanınız değiliz. Biz aslında sizin hayatınızı iyileştirmek istiyoruz”u anlatmak için gittim ve nitekim bu anlaşıldı. Elbette muhafazakâr bir köydü, elbette Cumhuriyet Halk Partisi’ni düşman gibi görüyorlardı, çok uzaklardı. Ama siz onlara dokundukça, onların hayatını iyileştirdikçe bu ezberler bozuluyor. Türkiye’deki siyasi arenanın, insanların yaşam tarzını çok sığlaştıran bir rol üstlendiğini düşünüyorum. Bizi birbirimizden ayıran bu siyasi şeylerden çok daha fazla birleştiren sebep olduğunu düşünüyorum. Bizim o sebepleri hatırlatmamız, hatırlamamız lazım ki yüz yüze kaldığımız bu uluslararası krizler, ekonomik krizler daha az tahribatla atlatılabilsin. O nedenle bu siyasi ayrışmaların tuzağına düşmemek gerekiyor. Gerçekten bizi birleştiren çok daha fazla şey var.

‘bütün İzmir’de evlerin depreme dayanıklılığını belediye tek tek kontrol edecek’
Türkiye, İstanbul depremini konuşuyor ama uzmanlar İzmir’i de çok büyük bir tehlikenin beklediğini söylüyor. Yapılaşma, kentsel dönüşüm İzmir’de ne durumda? Nasıl önlemler alıyorsunuz?
Genel olarak Türkiye depreme hazırlıksız. Ama bizde toplanma alanlarının hiçbiri AVM yapılmadı. En azından birçok yerle karşılaştırıldığında, bizde daha iyi bir hazırlık olduğundan bahsedebiliriz. Bu deprem bizim için de uyarı oldu; biz de hem hazırlıklarımızı gözden geçirme fırsatı bulduk hem de “Daha ne yapabiliriz?”e kafa yorduk. Erken uyarı sistemlerinin alımına başlıyoruz. Bununla ilgili üniversiteden hocalarımız bir çalışma yürütüyor.
Şehir genelinde bir deprem öncesi uyarı sistemi mi?

Bunlar aslında birtakım ölçümler yapan aparatlar, yeraltındaki hareketliliği ölçen sistemler. Depremi bir süre öncesinden haber veren bir sistemden bahsetmiyoruz ama o hareketliliği ölçüp uyaran aparatlar. Uzmanlar bunları kentin belli noktalarına yerleştirecekler. Bu tahminleri uzmanlar okuyup değerlendirecek. Ayrıca konunun uzmanlarıyla, deprem konusunda farkındalığı artırmak ve insanların bu konudaki duyarlılığını tazelemek için bir deprem sempozyumu yapmayı planlıyoruz. Deprem çantası hazırlamayı, depremde ilk anda neler yapılması gerektiğini özellikle çocuklara ve gençlere hatırlatacağımız bir çalışmayı başlatacağız. Yine depreme dayanıklılık konusunda daha önce Balçova ve Seferihisar ilçelerinde Büyükşehir’in başlattığı bir çalışmayı diğer ilçelerde de yapacağız.

Neydi o çalışma?

Bina bina inceleme yapılacak.

Bu normalde halkın bir ücret ödeyerek yaptırdığı bir işlem. Siz belediye olarak bunu üstlenecek misiniz?

Evet. Zaten benden önceki dönemde Büyükşehir Belediyesi Balçova ve Seferihisar ilçelerinde yapıldı. Ben o dönem Seferihisar belediye başkanıydım, bu çalışmanın nasıl yapıldığını biliyorum.

Bütün İzmir’de yapacak mısınız?

Evet, bütün İzmir’de yapacağız. Zaman alacak, ama yapacağız.

Ulaşım konusunda gece seferlerini başlatmışsınız. Metro ne alemde?

Metro iyi gidiyor, Narlıdere metrosu vaktinde bitecek. Buca metrosuyla ilgili Cumhurbaşkanlığı’ndan onay geldi. 2020 içinde onun ihalesini mutlaka yapacağız. Çiğli tramvayı onay bekliyor, o gelirse onu da yapacağız. Üstelik bunları hep kendi kaynaklarımızla yapacağız. Ama burada ulaşımda çok başlık var, çünkü İzmirlinin en büyük şikâyeti trafik ve ulaşım. O nedenle çok ciddi çözümler üretmemiz gerekiyor. Bazı noktalarda trafiği yeraltına alacağız. Akıllı trafik uygulamalarını artıracağız. İZUM adlı bir merkezimiz var ve Türkiye’nin hiçbir yerinde böyle bir uygulama yok. Tam bir akıllı şehir uygulaması. Sensörlerle, kameralarla bir merkezden kentin bütün trafik ışıklarını yönlendirmek mümkün. Yeni güzergâhların nasıl ve nerede açılması gerektiğinin tespitini yapmak da yine bu uygulamayla mümkün. Ama daha önemlisi, bisiklet ve yaya ulaşımını geliştireceğiz. Bir de Körfez’i çok daha iyi kullanacağız. Şu an Körfez’in kent içi ulaşımdaki payı yüzde 3 civarında. Bunu önümüzdeki 5 yıl içinde, yeni vapurlarla, yeni güzergâhlarla, yeni hatlarla yüzde 14-15’lere çıkarmayı hedefliyoruz. Yeni taşımacılık modelleri geliştirmeye çalışıyoruz. Küçük teknelerle, deniz taksilerle bu ulaşımı çok daha hareketlendireceğiz ve renklendireceğiz.

Halk buluşmaları yapıyormuşsunuz.

Seçilen temada, kimin ne görüşü varsa onu özgürce ifade etmesini ve herkesin birbirini duymasını sağlıyoruz. 800 kişilik bir salonumuz var. Şimdiye kadar Kültür Park, ulaşım ve tarım üzerine buluşmalar gerçekleştirdik.

Her isteyen girebiliyor mu? Bir kayıt sisteminiz var mı?

Her isteyen girebiliyor.

Protestodan çekindiğiniz olmuyor mu?

Ufak tefek oluyor. Ama insanlar genel olarak birbirlerini duyup dinliyorlar ve dinledikçe kararları, düşünceleri törpüleniyor. Sadece her şeyi bilmediğini fark ediyor, eksikleri görüyor, kendisini sorgulamaya başlıyor. Dolayısıyla da gayet medeni bir biçimde konuşuluyor. Tarımla ilgili bir şey yaptık. Yine 800 kişi geldi ama burada tarım sektöründen ekmek yiyen herkesi davet ettik. Tarımsal ilaç satıcısından organik yetiştiricisine, tarım ihracatçısından sulama kooperatifine herkesi bir araya getirdik. İnsanlar, organik yetiştirici ile tarım ürünü ihracatçısının konuşması ve birbirini duyması gerektiğini anladı. Çünkü aslında hepsi aynı mecradan ekmek yiyor ve kaderlerinin birbirine bağlı olduğunun farkında değiller. O nedenle bu toplantılar çok kıymetli. Bizim gerçekten birbirimizi duymaya ihtiyacımız var. Birbirimizi duydukça sivrilikler törpülenecek. Birbirimizi anlamaya başladıkça aslında menfaatlerimizin ortak olduğunu göreceğiz. Biz birbirimize muhtacız, bunu anlamamız lazım.

Kültür-sanatta İstanbul’un tahtını sallayacak ciddiyette bir şeyler yapacak mısınız?

Kültür-sanatı sadece tüketen değil, üreten bir şehir olacağız. Sinema endüstrisine, müzik endüstrisine ev sahipliği yapacağız.

“Sinema endüstrisine ev sahipliği yapmak”tan kastınız nedir? Platolar mı açacaksınız?

Sadece platolar değil. İzmir’den yetişen sinemacı çocuklar var ve onların hepsi gidiyorlar. Onların burada kalması için bir ekosistem inşa edeceğiz. Bu işi burada yapmalarını mümkün hale getireceğiz, onları teşvik edeceğiz.

‘İzmir’i de Seferihisar gibi ‘yavaş şehir’ yapabiliriz’
Seferihisar’da bir yavaş kent öncülüğü başlatmıştınız. İzmir’de de aynı şey yapılabilir mi? Böyle bir hedefiniz var mı?
Aslında Cittaslow (yavaş şehir) ağı, 72 kriterle, nüfusu 50 binin altında olan kentlerde uygulanıyor. Ancak, büyükşehir belediye başkanı seçilmemden sonra bu network’ün genel başkanı İzmir’e bir ziyaret gerçekleştirdi ve “Uzun yıllardır sürdürdüğümüz ‘Cittaslow Metropol’ hazırlığı vardı. Bu çalışmayı artık sonlandırıyoruz. Koordinatörlüğünü sen üstlenir misin?” dediler. Bunun benim açımdan çok heyecan verici bir yanı var, çünkü Barcelona, Paris ve Brüksel’in talip olduklarını biliyorum. Bu bana şöyle bir şey yaşatacak: Paris Belediyesi’ne gidip, “Sayın başkan, şunlar olmamış, şunları şöyle yapın” diyeceğim! (Gülüyor) Bu tabii ki çok gurur verici bir şey ama yavaşlık aslında bir felsefe. Zamanın ruhunu yakalamak, doğanın ritmiyle uyumlu olmakla ilgili bir felsefe. O nedenle aslında ölçeğin büyüklüğü, küçüklüğünden ziyade kentin önceliklerinin ve zamanın ruhunu yakalamakla ilgili yapacaklarının öne çıkarılmasını mümkün kılan bir network. O nedenle metropollerde de uygulanabilir. O kadar hızlı yaşıyoruz ki hayatı ıskalıyoruz. Geçmişteki birikim yokmuş gibi hayatımızı sürdürüyoruz. Hayat bizle başlayıp biten bir şeymiş gibi yaşıyoruz. Cittaslow’un da felsefesinin temelinde önce geçmişin birikimini bugüne taşımak ve buradan geleceği aydınlatmak var. O nedenle bu felsefenin üç temel sütun üzerinde oturduğunu söyleyebiliriz. Bir tanesi doğayla barışıklık, diğeri geçmişin kültürünü, tarihini, lezzetlerini bugüne taşımak, üçüncüsü de bunları bilim ve sanatla birleştirerek bir gelecek haritası çıkarmak.
İzmir çok göç alan bir şehir. İşi gücü bırakıp İzmir’e yerleşme akımı hakikaten var. Buna altyapı olarak hazır mısınız?

Tabii ki hazırız.

Peki teşvik ediyor musunuz? Çünkü bazı şehirler tam tersine kontrollü bir göç ister.

İzmir’i İzmir yapan şey farklılıkların bir arada olması. İzmir yüzlerce yıl boyunca dilini, dinini, kültürünü bilmediği insanların birlikte ekmek üretip paylaşmayı başardığı bir kenttir. Sefarad Yahudileri 1492’de İspanya’dan kovulduklarında İzmir onlara kapılarını açmış. Biz hâlâ Sefarad kültürünün boyozuyla güne başlıyoruz. O farklılıklar bizi zenginleştirmiş. Dolayısıyla, doğadaki gibi bir mono kültür istemiyoruz. Bizim kampanya sloganımız “Çok renk, çok ses, çok nefes”. Bu nedenle dışarıdan gelen hiç kimseye kapımız kapalı değil. Tersine, İzmir’in göç rakamlarına bakarsanız son 10 yılda istikrarlı bir artış var. 10 yıl önce 50 bin kişi göçüyormuş İzmir’e, bu artarak 2018’de 120 bine gelmiş. Bunun bir de tersi var; İzmir 10 yıldır göç veriyor.

Peki, bu göçün sosyolojik farkı var mı?

Gidenlerin çok büyük bir bölümü iyi eğitilmiş, donanımlı, dil bilen, üniversite mezunu gençler. Dolayısıyla, bırakın göçü durdurmayı, buradan gidişi de durdurmayı hedefliyoruz. Bu gençlerin İzmir’de kalmasıyla İzmir’in dinamiklerinin çok daha farklı çalışacağına inanıyorum. O nedenle onları burada tutmak için de bir yığın şey yapacağız.

'Eşim Neptün Hanım hem en ciddi muhalifim hem en ciddi destekçimdir'
Eşiniz Neptün Hanım İzmir’de belediye başkanı olmanızı nasıl karşıladı? Tarımla ilgileniyor diye duydum. O neler yapıyor?

Neptün Hanım gerçekten benim hem en ciddi muhalifim hem en ciddi destekçimdir. İkisini bir arada başarabilen bir insandır. Daha ilk günden Seferihisar’da Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’ni onun öncülüğünde kurduk. 7 kadınla başlayan o macera, 80-90 kadına kadar çıktı. Önce yedi sekiz tane stand açarak başladılar. Sonra lokanta, sanal pazar, pekmez tesisi açtılar. En son et entegre tesisi açma çalışmaları var. Onun sadece Tunç Soyer’in eşi olmak gibi bir durumu yok. Aynı zamanda KÖY-KOOP’un İzmir başkanlığını yürütüyor. Tamamen erkek olan bir mecrada kadın olarak aralarından sıyrıldı. KÖY-KOOP’un logosunda kadın-erkek el eledir. Başkan seçildiği gün yaptığı konuşmanın sonunda, “Nerede buradaki kadın? İşte o kadın benim” demişti. Neptün Hanım’ın dirayetli, amazon bir yanı vardır ve bu erkekler dünyasında benim hiç katkım olmadan kendine bir alan açmıştır. Onlarla mücadele eder, gerekiyorsa davalaşır. Ama bir yandan da benim en büyük destekçimdir. Eve girerim, “Bu kadar güzel gün geçirdim, herkes alkışladı. Senden de bir çift iyi laf duysam olmaz mı?” derim. O da, “Herkes seni yeteri kadar alkışlıyor” der ve yine en ağır, en sert eleştirisini yapar.

Evde iş bölümü nasıl? Yemek yapar mısınız?

Eskiden yapardım, çok da severdim ama artık hiç öyle bir şeye vakit yok. Eve sadece yatmaya gidiyorum. Evde hiçbir şeye vakit yok. Eskiden böyle değildi. Bulaşığı da çok güzel yıkarım, çok güzel pilav yaparım. Temizlik yapmaktan da zevk alırım. Bütün bunları zamanında çok yaptım ama şu an hiçbirine vakit yok.

Kızlarınız neredeler, ne yapıyorlar?
İki kızım var. Büyük olan, Duygu Dokuz Eylül Konservatuarı Bale Bölümü’nü bitirdi. Ondan sonra yogaya merak saldı. Hindistan’a, Tayland’a gitti ve yoga eğitmenliği sertifikası aldı. Yoga öğretmenliği yapıyor ve aynı zamanda da Yaşar Üniversitesi’nde bale üzerine yüksek lisans yapıyor. Küçük kızım Defne de St. Joseph’ten sonra Sorbonne’da hukuk okudu. Orada master yaptı, bu yıl denkliğini verecek. Doğa hukuku üzerine akademisyen olmak istiyor.
‘Her sabah 6 kilometre koşuyorum’
Bisiklete, yelkenliye bindiğinizi biliyoruz. Tunç Soyer’in bilmediğimiz başka hobileri var mı?

20 senedir her sabah mutlaka 6-6 buçuk kilometre koşuyorum. Bu benim kendime yaptığım en büyük iyilik.

Hiç yarışa katıldığınız oldu mu?

İstanbul Maratonu’na gidiyorum. Derecelerim fena değil ama öyle rekortmenlik gibi bir şey yok.

‘Fransız şansonlarına bayılırım’
Dans ettiğinizi biliyoruz. Peki, ne tür müzik dinlersiniz?

Müzik, hayatımın önemli bir parçası. Küçük kızım Spotify’dan çok güzel şeyler yüklüyor. Fransız şansonlarına bayılırım. Moustaki’ler (George Moustaki),Serge Reggiani’ler; onların apayrı bir yeri vardır. O dönemin Pink Floyd, Led Zeppelin gibi grupları da hayatımızı şekillendiren isimler arasındadır. Gençliğimizde Yeni Türkü’nün çok yeri oldu. Sezen Aksu kraliçemiz. Onun dışında Tarkan var. İncesaz’dan Dilek Türkan inanılmaz bir ses, inanılmaz bir yorum. Hepsini severek dinliyorum.

Sörf, sirtaki, yelken yapıyorsunuz. Bazıları da “Hepsi PR için” yazmış. Hakikaten hayatınızın içinde var mı, yoksa belediye başkanı olunca iş biraz da böyle imaj çalışmasına dönüyor mu?

Hiç alakası yok. Hayatımın hiçbir döneminde PR çalışması yapmak ihtiyacı duymadım. Hayatımda hiçbir rakibim olmadı, hep kendimle yarıştım. Dolayısıyla da bir şey yaparak kimsenin önüne geçmek gibi de bir kaygım olmadı.