GÜNDEME BAKIŞ – Tekelioğlu’nun “Bayram ümidi ya da ümit bayramı… Ali Babacan ümide yer açıyor mu?” başlıklı yazısı şu şekilde:

“Bu yazının başlığı biraz karışık mı? Evet, biraz öyle… Fakat bir temenniyi ifade ediyor bu başlık. Madem bayramlar sevinmeye vesile, o halde belki gelecekte gerçek bayramlara kavuşma hayali ve ümidi de buna dahil olabilir.

Aslında bu yazıyı geçen hafta için planlamıştım. Fakat araya Prof. Dr. Nurettin Kaldırımcı’nın mektubu girdi. Bayram geçti belki ama bayram havası hala benim üstümde etkisini sürdürüyor.

Bayramın hakkını vermek lazım, fakat bir sürü toplumsal sorunla boğuşurken içimiz rahat değil. Bir korku havası kaplamış her yeri. Yarın ne olacağına dair korkular niye bu kadar ufkunu karartmış insanların? Bir kararnameye bakıyor istikbalimiz diyenler haklı mı yoksa?

Gelecek kaygısı çok baskın. Gençlere bakıyorum, çoğu nasıl kendimi yurt dışına atarım arayışı içinde.

Bir üniversitenin, tercih yapacak gençler için düzenlediği tanıtım toplantılarını izledim bir süre önce. Aman Allahım, mezun olunca yurt dışına nasıl çıkarım derdinde olanlar ne kadar çoktu. Üstelik yalnız gençler değil, onlarla birlikte gelen anne babaları da kulak kesiliyorlardı bu konuda. Aklıma bir hayli önce kaleme aldığım “Okumuş çocuklar ülkeyi neden terk ediyorlar diyenler var…” başlıklı yazı  geldi. Aynı anda Hollanda’nın son zamanlarda altı bin okumuş çocuğumuza iş verdiğine dair bir arkadaşımın serzenişi oturdu zihnime. Haberin kaynağı Hollanda Büyükelçimiz olmalı.

Ali Babacan bayram öncesi bir tebrik mesajı yayınladı biliyorsunuz.. Bayram sohbetlerinde ne kadar konuştu başkaları haberim yok ama ben “neler oluyor” diye soranlara “ipuçları bayram mesajının  içinde” diye cevap verdim. Yazılıp çizilenlere bakınca da mesajın algılanma biçimi farklı olsa da bir ümidi çağrıştırdığını söylemek mümkün gibi gözüküyor. En azından böyle bir algıya yol açtığı açık. Bu sebeple ümit bayramı ifadesini kullanmak yanlış değil diye düşünmeye başladım.

Bir taraftan bayram ümidi bir taraftan ümit bayramı deyişim bu yüzden…

Ali Babacan, AK Parti’nin kuruluş dönemindeki dünya ile bugünün dünyasını mukayese ediyor belli ki ve aradaki muazzam farkı anlamadan ve buna uygun doğru analizler, yeniden düşünülmüş stratejiler, planlar, programlar geliştirmedenyeni bir hareketin başarılı olamayacağını görüyor. Buradan gençlerin dünyasına da eğilme mecburiyeti çıkıyor ortaya.

Bayram mesajının şifreli bir hali yok. Her şey açık seçik ifade edilmiş. “Arzu ettiğimiz temsil gücü yüksek ve geniş kadroyu kısa bir zamanda oluşturmayı hedeflemekteyiz.” Yani önce beyin takımı. Daha sonra ortak aklın devreye girmesi. Onun yolunu da şöyle açıklıyor Babacan:  “Çoğulcu demokrasi ilkemizin gereği olarak bu süreç toplumumuzun herkesiminden gelecek önerilere açık olacaktır. Diyaloğu esas almak ve hep birlikte çalışmak zorundayız. Kapsayıcı çözümlere ancak bu şekilde ulaşabileceğimize inanıyoruz.”

Tam bu noktada AK Parti’nin 14 Ağustos 2001’deki kuruluş günleri geliyor gözlerimin önüne. O günkü kurucu kadrodan şu anda Genel Başkan Tayyip Erdoğan’ın birlikte çalışmayı uygun bulduklarının sayısı iki elin parmakları kadar ancak var. Niye kapandı bugün Ali Babacan’ın açmaya çalıştığı diyalog kapısı? Ali Babacan’ın ısrarla vurguladığı ‘hep birlikte çalışmak’ ya da ‘ortak aklı kullanmak’ niçin artık Ak Parti’de kendine yer bulamıyor? 25 yıldır yönettiği büyük şehirlerdeki ve hele İstanbul ve Ankara’daki seçim kayıpları Ali Babacan’ın bugün ısrarla üzerinde durduğu hususların göz ardı edilişinin sonucu mu acaba?

AK Parti’nin kurucularından biriyim ben. O gün ortaya konan Parti Programı ile bugünün uygulamalarının ne kadar uyuşmaz olduğunu görerek üzülmüyorum sanılmasın. Bu satırları yazarken bile içim bir tuhaf oluyor. Üstelik ilk on yılda yapılan onca reform ve gelişmeyi tersine çeviren bu durumda, ‘bir AK Parti Kurucular Kurulu üyesi olarak senin de payın var’ diyeceklerle tartışacak gücü kendimde bulamıyorum ama bilhassa 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu öncesi ve sonrasındaki yazılarımı hatırlatmaktan da geri kalmak istemiyorum. Kendimi, ‘sen hiç değilse kendi kendine ya da küçük arkadaş grupları içinde eleştiri ve şikayetin  ötesinde agoraya seslendin ya’ diyerek teselli etmeye çalışıyorum.

Bugün Ali Babacan’ın başlattığı hareket, büyük bir potansiyel taşıyorsa sebebi AK Parti’nin reformcu kimliğini kaybetmesi ve statükonun koruyucusu haline dönüşmesidir. AK Parti’nin 18’inci kuruluş yıldönümü vesilesiyle yazılıp çizilenler arasında değişerek gelişmekten bahsedenler olsa da buna dair alametler yerine MHP diline yatkınlığın artışı öne çıkıyor.

Ali Babacan’ın üzerinde durduğu üç konu dikkati çekiyor: Popülizmin önümüze yığdığı ve yığacağı sorunlar, ekonomik ve finansal istikrar,  çevre sorunları…

Ali Babacan, G-20 için bir rapor hazırlayan heyetin en genç üyesiydi. Burada üstünde durduğu finansal istikrara o raporda da vurgu yapmıştı. G-20, küresel finans, zorluklar… başlıklı bir yazıda finansal istikrara ilişkin raporun şu bölümünü ilginç bulmuştum:

“Rapor, uluslararası finans kurumlarının işleyişini iyileştirmek için pratik reformlar öneriyor. Finans kuruluşlarının kurumsal yapısının, Birleşmiş -Milletlerin 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerini gerçekleştirecek şekilde düzenlenmesini önemli buluyor. Finansal koruma ağlarının güçlendirilmesi, gözetilmesi gereken ayrı bir husus olarak öne çıkıyor Raporda. Finansal krizlerin önceden kestirilmesi ve uluslararası işbirliğine dayalı bir koruma sistemi oluşturulması da dikkat çeken bir nokta olarak beliriyor. Ali Babacan’a, önerilerin uygulama, yani pratiğe aktarılma güçlüğü var mı diye sordum. Bu konuda alt komiteler kurulduğunu ve üçer yıllık planlar üzerinde çalışıldığını söyledi. Gruptakilerin çok tecrübeli olduklarını ve uygulama şansı olmayan bir hususu önermelerinin mümkün olmadığını da ilave etti.”

Türkiye’nin yeni bir harekete ihtiyacı var mı? Varsa öncelikler sıralaması, bu hareketin başarı şansını tayin için esaslı bir kriter olmaya namzettir. Babacan bu anlamda bize sağlam deliller sunuyor: “İnsan hakları ve özgürlükler konusunda en yüksek standartları hedeflemek, ileri demokrasi için ısrarla çalışmak, hukukun üstünlüğü ilkesini tavizsiz bir şekilde savunmak, itibarlı kurumları ve kuralları esas alan bir ekonomi politikası uygulamak, çevreyi korumada güçlü bir irade ortaya koymak ülkemiz için yeniden önemli bir ihtiyaç haline gelmiştir.”

AK Parti bu hususları ajandasının başına yerleştirip bir dönüşüm başlatabilir mi? İmkanlar âleminde böyle bir ihtimale yer olmadığı açık seçik ortada. İleri demokrasinin olmazsa olmazı kuvvetler ayrılığı ile başı hoş değil Ak Parti’nin.

Önümüzdeki bir kaç ay her şeyi daha da netleştirecektir.